
Canlılığı Tanımlayan 7 Temel Özellik: Bilim Gözünden Yaşam
Yaşamı / canlılığı anlamak ve onu derinlemesine incelemek, insanlık tarihi boyunca merak konusu olmuştur. Nobel ödüllü biyolog Paul Nurse, yaşamın beş temel özelliğini tanımlayarak bu konuda önemli bir çerçeve sunmuştu. Biz de bu listeyi biraz daha genişleterek, iki yeni madde ekledik: denge ve canlıların birbirine olan bağımlılığı. Böylece yaşamın yedi temel özelliğini popüler bilim tadında, anlaşılır bir şekilde ele alacağız. Her bir başlık altında güncel örnekler ve veriler eşliğinde “yaşam nedir?” sorusuna hep birlikte yeni bir bakış atacağız.
1. Hücreler (Canlılığın Temel Birimi)
Tüm canlıların temel yapı taşı hücredir. Hücreler, yaşamın en küçük ve en basit birimleri olarak düşünülebilir. Tek bir hücre, kendi başına canlılığın tüm temel süreçlerini gerçekleştirebilir. Örneğin, bakteriler tek hücreli canlılardır ve bu minik yaşam formları yiyebilir, enerji üretebilir ve çoğalabilir. Çok hücreli canlılarda ise (biz insanlar dahil) vücudumuz trilyonlarca hücreden oluşur ve bu hücreler farklı görevler üstlenmiştir. İnsan bedeninde yaklaşık 30 trilyon civarında insan hücresi bulunur ve bunların büyük kısmı belirli işlevlere göre özelleşmiştir (kas hücreleri, sinir hücreleri, kan hücreleri gibi). Hücreler büyür, bölünerek kendilerinin kopyalarını üretir ve böylece canlılık devam eder. Hücre teorisinin babaları sayılan bilim insanları 1800’lerde “tüm canlılar bir veya daha fazla hücreden oluşur ve her yeni hücre, başka bir hücrenin bölünmesiyle oluşur” diyerek canlılığın temelini tanımlamışlardır.
Hücrelerin büyüklüğü ve şekli, üstlendikleri işlevlere göre değişir. Örneğin insan kırmızı kan hücreleri disk şeklinde olup oksijen taşımaya uzmanlaşmıştır, sinir hücreleri ise uzun uzantılarıyla vücudumuzda sinyaller iletir. Dünyanın en büyük hücresi bir devekuşu yumurtasıdır – gözle görülebilen kocaman bir tek hücre! Mikroskobik dünyada da sürprizler vardır: 2022’de bilim insanları mangrov bataklığında keşfedilen Thiomargarita magnifica adlı bir bakterinin yaklaşık 1 santimetre uzunluğa ulaşabildiğini duyurdular. Bu tek hücreli bakteri, boyutça ortalama bir bakteriden 50 kat daha büyüktür ve çıplak gözle görülebilen ilk bakteridir. Bu keşif, hücre boyutunun düşünülen sınırlarını zorlayarak bilim insanlarını şaşırtmıştır. Özetle, hücreler hayatın yapı taşlarıdır ve ister mikroskobik ister gözle görülebilir boyutta olsun, yaşamın tüm özelliklerini içlerinde barındırırlar.
2. Genler ve Kalıtım (Yaşamın Şifresi)
Bir canlının özelliklerinin nesilden nesile aktarılmasını sağlayan kod, genler sayesinde mümkün olur. Genler, DNA adlı molekülün belirli bölümleridir ve her bir gen, bir canlıda belirli bir özelliği (örneğin göz rengi veya kan grubu) şifreler. DNA’nın ünlü çift sarmal yapısı, aslında adeta bir yaşam kitabı gibidir: Dört harfli bir kimyasal alfabe (A, T, C, G nükleotitleri) ile yazılmış talimatlar içerir. Bu talimatlar, hücrelere hangi proteinleri üretmesi gerektiğini söyler ve proteinler de bir canlının yapıtaşları ile makine parçaları gibidir. Genetik bilgi, üreme yoluyla ebeveynlerden yavrulara aktarılır; bu yüzden çocuklar anne-babalarına benzerler. Bu kalıtım olgusunu ilk keşfeden, bezelyeler üzerindeki çalışmalarıyla Gregor Mendel olmuştu. Mendel’in keşifleri, daha sonra DNA’nın yapısının çözülmesiyle moleküler düzeyde açıklanabildi.
Modern bilim, genetik alanda inanılmaz ilerlemeler kaydetti. İnsan genomunda (insanın genetik bilgi setinde) yaklaşık 25 bin civarında gen vardır ve DNA’mız toplamda 3 milyar harflik bir dizi içerir. 2003 yılında İnsan Genomu Projesi büyük ölçüde genom dizimizin %92’sini çözdüğünde bu bir dönüm noktasıydı; ancak bazı zor bölgeler eksik kalmıştı. Nihayet 2022 yılında, uluslararası bilim insanları konsorsiyumu insan genomunun kalan %8’lik eksik kısmını da tamamlayarak ilk defa tam ve eksiksiz insan genom dizisini yayınladılar. Bu, genetik bilgi kitabımızdaki tüm sayfaların okunabildiği anlamına geliyor. Genetik bilgimizi tam olarak çözmüş olmamız, kalıtsal hastalıkların anlaşılması ve tedavisi, hatta yeni canlıların tasarlanması (sentetik biyoloji) gibi alanlarda çığır açıcı gelişmelere kapı aralıyor. Ayrıca gen düzenleme teknolojileri (ör. CRISPR) sayesinde belli genleri isteyerek değiştirebilmekteyiz. Genler ve kalıtım, yaşamın sürekliliğinin temeli ve evrimsel değişimin de ham maddesidir; bu nedenle yaşamın özellikleri listesinde kilit bir yere sahiptir.
3. Evrim ve Doğal Seçilim (Uyum Sağlama Yeteneği)
Canlılar, değişen çevre koşullarına uyum sağlamak ve hayatta kalmak için zaman içinde evrim geçirirler. Evrim kavramının temelinde, Charles Darwin’in keşfettiği doğal seçilim mekanizması yatar. Doğal seçilim, en basit haliyle, ortama daha iyi uyum sağlayan canlıların hayatta kalıp çoğalması, uyum sağlayamayanların ise elenmesi demektir. Bir popülasyon içinde kalıtsal varyasyonlar (genetik farklılıklar) vardır; çevreye daha uygun özelliklere sahip olan bireyler daha fazla yavru bırakır ve zamanla o özellikler yaygınlaşır. Böylece türler, nesiller boyunca çevrelerine daha iyi adapte olacak şekilde değişir.
Evrime günlük hayatımızdan çarpıcı örnekler verebiliriz. Örneğin, bakterilerin antibiyotiklere direnç kazanması tam anlamıyla evrimin gözümüzün önünde gerçekleşmesidir. Bir enfeksiyonu yok etmek için kullanılan antibiyotik, ortamdaki duyarlı bakterileri öldürürken mutasyonla dirençli özelliğe sahip nadir birkaç bakteriyi sağ bırakır. Dirençli bakteriler çoğalarak kısa sürede baskın hale gelir ve böylece artık o antibiyotiğe tepki vermeyen, dirençli bir bakteri popülasyonu ortaya çıkar. Bu, doğal seçilimin laboratuvar ortamında dahi gözlenebildiği bir süreçtir. Tarihsel bir başka örnek ise sanayi devrimi döneminde İngiltere’de yaşanan kelebek renk değişimidir: Normalde açık renk kanatları olan biberli güve kelebekleri, ağaçların isi kurum bağlamasıyla koyu renk almaya başlamış; koyu renkli mutant güveler, kararmış ağaçlarda kamufle olarak kuşlardan saklandığı için hayatta kalmış ve kısa sürede popülasyonun çoğunluğunu oluşturmuştur. Daha sonra hava kirliliği azalınca açık renk güveler yeniden avantaj kazanmıştır. Bu da çevre koşullarının değişimiyle doğal seçilim baskısının nasıl tersine dönebildiğini gösterir.
Darwin’in Galápagos Adaları’nda incelediği ispinoz kuşları da evrimin simgesidir. Bu kuşların gagaları, yaşadıkları adalardaki besin kaynaklarına göre farklı şekillerdedir – bazıları sert tohumları kırmaya uygun kalın gagalara, bazıları ince dallardaki böcekleri yakalamaya uygun sivri gagalara sahiptir. Darwin, türlerin ortak bir atadan geldiklerini ve farklı koşullara uyum sağlamak üzere farklılaştıklarını bu örneklerle açıklamıştı. Günümüzde genetik analizler, fosil bulguları ve gözlemsel çalışmalar evrim teorisini güçlü bir biçimde desteklemektedir. Evrim ve doğal seçilim, yaşamın değişebilir, dinamik ve çevreye duyarlı doğasını temsil eder. Bu sayede yaşam, gezegenimizdeki sayısız farklı ortama uyum sağlayarak 3.5 milyar yıldır varlığını sürdürmektedir.
4. Kimyasal Süreçler (Yaşamın Metabolizması)
Canlılar birer kimya laboratuvarı gibidir! Kimyasal süreçler, yaşamın devam etmesi için elzem olan bütün biyokimyasal reaksiyonları kapsar. Vücudumuzda ve diğer tüm canlılarda, her an binlerce reaksiyon gerçekleşir. Örneğin, biz nefes alıp enerji üretirken, hücrelerimizin mitokondrilerinde glikoz adlı şeker molekülü oksijen kullanılarak parçalanır ve ortaya ATP (adenozin trifosfat) adlı evrensel enerji molekülü çıkar. ATP, hücrelerin iş yapabilmesi (kas kasılması, sinir iletimi, molekül sentezi vs.) için gereken enerjiyi sağlar ve bu nedenle biyolojide “enerji birimi” olarak bilinir. Bir insan vücudu, günde kendi ağırlığına yakın miktarda – yaklaşık 50 kilogram – ATP’yi üretip tüketir; tabii aynı ATP molekülü defalarca geri dönüştürülerek kullanılır. Bu şaşırtıcı rakam, metabolizmamızdaki kimyasal trafiğin ne denli yoğun olduğunu gösterir.
Canlıların kimyasal süreçleri, temelde besin alma, enerjiyi dönüştürme ve atık ürünleri uzaklaştırma etrafında döner. Bitkiler ve algler gibi fotosentetik canlılar, güneş ışığını kullanarak havadaki karbondioksiti besine çevirir (fotosentez) ve bu sayede hem kendileri enerji depolar, hem de oksijen üretip atmosferi yaşanılır kılarlar. Hayvanlar ise besinlerini yediklerinde, sindirim sistemi sayesinde büyük molekülleri küçük yapıtaşlarına ayırır; bu moleküller hücrelere yakıt olur. Tüm bu reaksiyonlar enzim denen biyokatalizörler tarafından hızlandırılır ve hassas bir dengeyle kontrol edilir.
Yaşamın kimyası öylesine ince ayarlanmıştır ki vücut sıcaklığımız veya pH değerimiz biraz değişse reaksiyon hızları bozulabilir. Mesela yüksek ateşte enzimler yapısını yitirir, kimyasal süreçler aksar ve hayatı tehdit eden durumlar ortaya çıkabilir. Bu nedenle canlılar, kimyasal reaksiyonlarının düzgün işlemesi için iç ortam koşullarını sabit tutmaya çalışır (bu da bizi bir sonraki özelliğimiz olan denge konusuna götürüyor). Özetle, kimyasal süreçler yaşamın temelinde yatar: Solunumdan sindirime, büyümeden onarıma kadar her şey hücrelerdeki kimyasal etkileşimlerle gerçekleşir. Yaşam, aslında elementlerin ve moleküllerin dansından başka bir şey değildir.
5. Bilgi Akışı
Yaşamın en hayranlık uyandıran yönlerinden biri, bilgiyi kullanma biçimidir. Canlı sistemler sadece enerjiyle değil, aynı zamanda bilgiyle işler. Bu bilgi çoğunlukla DNA’da saklanır ve canlıların ne zaman, nerede, ne yapacağını belirler. Ancak bilgi, yalnızca genetik kodla sınırlı değildir. Paul Nurse’ün de vurguladığı gibi, yaşam; bilgiyi depolayan, işleyen ve ileten karmaşık bir ağ sistemidir.
İlk katmanda, DNA → RNA → Protein biçimindeki klasik bilgi akışı yer alır. Bu süreç, yani transkripsiyon ve translasyon, canlı hücrelerin temel işlevlerini yönetir. DNA, RNA aracılığıyla hücrenin protein üretimini kontrol eder ve proteinler, hücrenin yapı taşları ve moleküler makineleri olarak görev yapar. Bu merkezi dogma, yaşamın evrensel dilidir.
Fakat bilgi akışı bununla sınırlı değildir. Canlılar, hücre içindeki karmaşık ağlarla da bilgi yönetimi yapar. Örneğin, bir karaciğer hücresinde hangi genlerin aktif olacağı, hücredeki protein düzeyine, enerji durumuna, hatta çevresel stres sinyallerine göre belirlenir. Bu, adeta bir biyolojik yazılım gibi işler: Hangi bilgi okunacak, hangisi susturulacak, karar hücrenin içsel sensörleriyle verilir.
Ayrıca, hücreler birbirleriyle de bilgi alışverişi yapar. Yaralanmış bir dokudan salınan kimyasal sinyaller, bağışıklık hücrelerini olay yerine yönlendirir. Embriyonal gelişimde ise bir hücre grubunun ürettiği sinyal molekülleri, komşu hücrelere “nöron ol” ya da “kas hücresi ol” komutunu verir. Bu tür bilgi akışı, yaşamın organizasyonunu ve farklı hücre tiplerinin oluşumunu sağlar.
Bitkiler de ışık yönüne göre büyüme, toprakta su varlığını algılama gibi süreçlerde bilgiyle hareket eder. Bu bilgi genetik temelli olmakla birlikte, hücreler arasında gönderilen sinyallerle taşınır. Dolayısıyla bilgi, yalnızca DNA dizilerinde değil, hücre içi ağlarda, hücreler arası iletişimde ve gelişimsel desen oluşumlarında da vardır.
Son yıllarda bu bilgi sistemini anlamak ve yönetmek adına devrim niteliğinde teknolojiler geliştirildi. DNA dizileme ile canlıların genetik kitapları okunabiliyor; CRISPR gibi gen düzenleme araçlarıyla bu kitaplarda satırlar silinebiliyor ya da yeniden yazılabiliyor. Sentetik biyoloji ile doğada olmayan genetik devreler tasarlanabiliyor. Tüm bu teknolojiler, yaşamın sadece kimyasal değil, aynı zamanda bilgi temelli bir sistem olduğunu ortaya koyuyor.
Özetle: Bilgi akışı, yaşamın hem varlığını hem de çeşitliliğini sürdüren temel mekanizmadır. Genetik kodla başlayan bu bilgi, hücresel düzenleme, iletişim ve gelişim süreçleri boyunca işlenir, iletilir ve yorumlanır. Yaşam, bu çok katmanlı bilgi sisteminin mükemmel bir organizasyonudur.
6. Denge (Homeostazi)
Canlılar, hem iç ortamlarını hem de hayatlarını sürdürdükleri çevreyle ilişkilerini bir denge içinde tutma yeteneğine sahiptir. Bu iç dengeye biyolojide homeostazi denir. Homeostazi, bir organizmanın kendi koşullarını kararlı bir noktada (ya da dar bir aralıkta) tutabilmek için sürekli ayarlamalar yapması demektir. Vücudumuzun sıcaklığının 36-37 °C civarında sabit kalması, kan şekerimizin belli bir seviyede tutulması, hücrelerimizin pH değerinin değişmemesi hep homeostazinin sonuçlarıdır. Bu denge başarılı bir şekilde korunursa yaşam devam eder; bozulduğunda ise hastalıklar ortaya çıkar veya organizma hayati risklerle karşılaşır.
Homeostazi kavramına günlük bir örnek olarak vücut ısımızı ele alalım. Sağlıklı bir insanda iç vücut sıcaklığı yaklaşık 37 °C’dir. Dış ortam soğuduğunda vücudumuz üşümeye başlar; bunun üzerine titreme (kas hareketleriyle ısı üretme), derideki kan damarlarının büzülmesi (ısı kaybını azaltma) ve daha fazla kıyafet giyinme gibi tepkilerle ısı kaybını engellemeye çalışırız. Tam tersi, sıcak bir günde vücut ısımız yükselince terlemeye başlarız; ter buharlaşırken vücudumuzu soğutur ve fazla ısıyı atarız. Bu süreçlerin hepsi, beynimizdeki hipotalamus denilen merkezin termostat gibi çalışması sayesinde olur. Benzer şekilde, kan şekeri seviyemiz yükseldiğinde pankreasımız insülin hormonu salgılar; insülin vücut hücrelerine “kanı temizleyin, şekeri içeri alın” talimatı verir. Kan şekeri düşünce bu kez glukagon hormonu devreye girer; karaciğer ve kaslara “yedek depoları bozun, kana şeker verin” diyerek seviyeyi yükseltir. Böylece kan şekerimiz çok yüksek veya çok düşük olmadan, ideal aralıkta seyreder.
Homeostazi sadece sıcaklık veya şekerle sınırlı değil, neredeyse her biyolojik parametre için geçerlidir: Kan basıncımız, vücudumuzdaki su ve tuz dengesi, dokuların oksijen düzeyi, hatta hücre içinde üretilen protein miktarları bile homeostatik mekanizmalarla ayarlanır. Hücreler, geri bildirim (feedback) sistemleri sayesinde bir madde çok artınca üretimini kısar, azalınca üretimini artırır. Örneğin kanda oksijen düşünce beynimiz solunum hızını arttırarak daha fazla oksijen aldırır; oksijen çok gelirse solunumu yavaşlatır. Bu ince ayar sistemleri olmasa, çevredeki değişimlere rağmen vücudumuz sabit bir şekilde çalışamazdı.
Homeostazi, canlılığın çevreye karşı kırılgan değil, aksine esnek ve dirençli olmasını sağlayan özelliktir. Çöl faresi su bulamadığı ortamda böbreklerini öyle ayarlar ki minimum suyla yaşamını sürdürür; kutup ayısı soğukta vücut sıcaklığını düşürmeden kalın yağ tabakası ve düşük yüzey alanlı beden yapısıyla ısı kaybını önler. İnsan bedeni de terleme, üşüme, susama, acıkma gibi hissiyatlarla bizi dengede tutmak için sinyaller gönderir. Özetle, denge (homeostazi) yaşamın devamlılığı için vazgeçilmezdir. İç denge olmadan, dış dünyanın değişken koşullarına rağmen canlı kalmak mümkün olmazdı.
7. Birbirine Bağımlılık (Ekosistem ve Simbiyoz)
Hiçbir canlı tek başına, tamamen yalıtılmış bir şekilde var olamaz. Birbirine bağımlılık, yaşamın ağının dokusudur. Doğada tüm organizmalar, diğer organizmalarla doğrudan veya dolaylı etkileşim içindedir. Bu etkileşimler beslenme, korunma, üreme veya yaşam alanı sağlama gibi çok çeşitli şekillerde olabilir. Örneğin ormanlardaki ağaçlar, mantarların köklerine sarmaladığı ince lifler (mikorizalar) aracılığıyla birbirleriyle besin ve bilgi paylaşır; bir ağaç suya ihtiyaç duyduğunda komşusundan “ödünç alabilir” ya da zararlı böcek saldırısına uğrayan bir ağaç kimyasal sinyal gönderip yakınlarını uyarabilir. Bu tür karşılıklı etkileşimler, ekosistemin tümüne yayılan bir dayanışma ağı gibidir.
En belirgin bağımlılık örneklerinden biri, tozlaşma (polinasyon) ilişkileridir. Dünya üzerindeki çiçekli bitkilerin yaklaşık üçte ikisi hayvan tozlaştırıcılara muhtaçtır; dünya gıda ürünlerinin de yaklaşık %35’i (her üç lokmamızdan biri!) arılar, kelebekler, kuşlar, yarasalar gibi hayvanların tozlaşma hizmetine bağlıdır. Arılar balözü toplarken farkında olmadan çiçeklerin üreme hücrelerini taşır, böylece bitkiler meyve ve tohum verebilir. Biz de meyveleri yedikçe bu döngünün nimetlerinden faydalanırız. Eğer tozlaştırıcılar ortadan kaybolsa, pek çok bitki üreyemez ve tarımsal üretim ciddi darbe alır; dolayısıyla insanlık da bundan doğrudan etkilenir. Bu, canlıların birbirine zincirleme bağımlılığının çarpıcı bir örneğidir.
Dahası, her canlının vücudu bile bir ekosistemdir. Örneğin insan bağırsağında yaşayan trilyonlarca bakteri, mantar ve diğer mikroorganizmadan oluşan mikrobiyom, sindirimimize yardım eder, bağışıklık sistemimizi eğitir ve hatta davranışlarımızı etkileyebilir. Vücudumuzdaki hücrelerin sayısı kadar da bakteri hücresi vardır – yani aslında sayısal olarak yarı insan, yarı bakteriyiz diyebiliriz! Bu mikroplar olmadan birçok besini sindiremez, bazı vitaminleri üretemez ve hastalıklara daha açık hale gelirdik. Onlar bize muhtaç (besin sağlıyoruz), biz onlara muhtaçız (sindirim ve sağlık desteği sağlıyorlar) – karşılıklı fayda ilişkisi içindeyiz.
Doğada simbiyoz adı verilen yakın ortak yaşam biçimleri de yaygındır. Örneğin liken dediğimiz yapılar, bir mantar ile algin birleşiminden oluşur; mantar su ve mineral sağlar, alg fotosentez yapıp besin üretir ve birlikte sert kayalar üzerinde bile yaşamayı başarırlar. Benzer şekilde, su altındaki mercan kayalıkları, mercan polipleri ile tek hücreli alglerin ortaklığıyla var olur; algler mercana besin verir, mercan da onlara barınak sağlar. Yırtıcı-av ilişkileri, parazit-konak ilişkileri veya rekabet ilişkileri de canlıların popülasyonlarını ve evrimlerini şekillendirir. Bir türün aşırı çoğalması, diğer türlerin onu sınırlaması sayesinde önlenir; böylece ekosistemde denge korunur (örneğin tavşanların çoğalmasını kurtlar kontrol eder, kurtların sayısını da av bulma kısıtı kontrol eder).
Yukarıdaki görsel, mikroorganizmaların (bakteri, virüs, mantar) insanlar, hayvanlar, bitkiler, toprak, su ve hava arasında nasıl döngüsel olarak yayıldığını gösteriyor. İnsanlar bu ekosistemle karşılıklı etkileşim içindedir; mikroplar çevreden insana, insandan çevreye taşınabilir. Bu döngü, enfeksiyonların yayılmasını, çevresel bulaş yollarını ve ekolojik sağlığın insan sağlığıyla ne kadar iç içe olduğunu vurgular.
Sonuç olarak, birbirine bağımlılık, yaşamın büyük ağında her bir canlının bir diğerine dolaylı veya doğrudan bağlı olduğunu anlatır. Bu bağlılık ağını anlamak, ekosistemleri korumak için de kritiktir. Bir zincirin halkaları gibi, eğer bir tür yok olursa onunla etkileşimde olan pek çok diğer tür de bundan etkilenir. İnsan faaliyetleri yüzünden bir bölgede arılar azalırsa, sadece bal üretimi değil, meyve-sebze verimi de düşer; bir ormandaki büyük yırtıcılar tükenirse, otçul hayvanlar kontrolden çıkarak bitki örtüsünü tahrip edebilir. Bu örnekler, canlıların karşılıklı bağımlı bir denge içinde var olduğunu ve hiçbir canlının aslında “tek başına bir ada” olmadığını gösterir.
Bu yedi özellik, yaşamın karmaşıklığını ve muhteşem dengesini anlamamıza yardımcı oluyor. Hücrelerden genlere, evrimden kimyaya, bilgi akışından iç dengeye ve ekolojik ilişkilere kadar uzanan bu özellikler, hayatın ne kadar değerli ve incelikli olduğunu bize bir kez daha hatırlatıyor. Yaşam, tek bir tanıma sığmayacak kadar zengin bir olgu; ancak bu temel prensipler, tüm canlıların paylaştığı ortak “yaşam imzasını” gözler önüne seriyor. Bilim ilerledikçe belki yaşamın tanımına yeni boyutlar eklenecek, örneğin virüsler gibi sınır vakalar daha iyi anlaşılacak veya yapay yaşam formları geliştirilecek. Fakat özünde, burada saydığımız yedi temel özellik yaşamı diğer cansız süreçlerden ayırt eden mihenk taşları olmaya devam edecek. Bu prensipleri anlamak, sadece biyolojiye dair merakımızı gidermekle kalmaz; aynı zamanda kendimizi, doğayı ve üzerindeki tüm canlıları korumak ve onlarla uyum içinde yaşamak için de bize yol gösterir.
1. Nurse, P. (2021). What Is Life? Five Great Ideas in Biology. (Yaşam Nedir? Beş Adımda Biyolojiyi Anlamak). Domingo Yayınevi tanıtım metni – biyolojinin temelindeki beş büyük fikri (hücre, gen, doğal seçilim, kimya ve enformasyon olarak yaşam) açıklaması
2. Devlin, H. (2022). The Guardian: “Scientists discover world’s largest bacterium, the size of an eyelash”. (1 cm uzunluğunda, Thiomargarita magnifica adlı bakteri, bilinen diğer bakterilerden ~50 kat büyük ve çıplak gözle görülebiliyor)
3. Green, E. (NHGRI Direktörü) (2022). NIH Haber Bülteni: “The human genome sequence is now complete”. (1 Nisan 2022’de bilim insanları ilk kez eksiksiz bir insan genom dizisi – 3 milyar baz çiftlik, 23 kromozomluk dizinin tamamı – elde edildiğini duyurdu)
4. Adenosine Triphosphate (ATP) – Wikipedia. (İnsan vücudu günde yaklaşık 50 kg ATP sentezler ve tüketir, bu da ~100 mol ATP’ye denk gelir; her ATP molekülü defalarca geri dönüştürülür)
5. NIGMS, National Institutes of Health (2020). “Central dogma, illustrated”. (Genetik bilginin akışı: DNA, RNA’yı kodlar; RNA, proteini kodlar. DNA’dan mRNA sentezi ve mRNA’nın ribozomda protein sentezine çevrilmesi süreçleri)
6. Britannica Ansiklopedisi – Homeostasis maddesi. (Homeostazi: Bir organizmanın, değişen çevre koşullarına rağmen iç kararlılığını korumasını sağlayan özdüzenleme süreçleri; başarılı olursa yaşam sürer, başaramazsa organizma zarar görür veya ölür)
7. Sender, R. ve ark. (2016). “Revised Estimates for the Number of Human and Bacteria Cells in the Body.” PLoS Biology, 14(8): e1002533. (70 kg’lık “referans bir insan” vücudunda ~3.0×10^13 insan hücresi ve ~3.8×10^13 bakteri hücresi bulunur; mikropların kütlesi ~0.2 kg kadardır, yani hücre sayısı bakımından yaklaşık 1:1 oran vardır)
8. USDA (2015). “The Importance of Pollinators”. (Dünya genelinde çiçekli bitkilerin dörtte üçü ve gıda mahsullerinin yaklaşık %35’i hayvan tozlaşmasına bağlıdır; yediğimiz her üç lokmadan biri arılar, kelebekler, kuşlar, yarasalar gibi tozlaştırıcıların eseridir)