Kanser hastasına fayda sağlamayan, hatta zararlı olabilen tıbbi testlerin ve/veya yöntemlerin sık veya amacı dışında kullanımını önlemek ve kanser tedavisinde kalitenin artmasını sağlamak amacıyla Amerikan Tıbbi Onkoloji Derneği (ASCO) tarafından hazırlanan “Top 5” listesi, Tıbbi Onkoloji Dergisi’nde yayımlanmıştır.

Kanser, çeşitli sebeplerle bazen agresif bazen de agresif olmayan tedavi yöntemlerinin uygulandığı bir hastalıktır. Kullanılan tedavi yöntemleri, hastaların genel durumunda bazı yan etkilere, zaman zaman da ciddi sonuçlara yol açabilmektedir. Bu anlamda, tedavi planlaması yapılırken gerekli tüm tetkiklerin yapılması ve hastanın yaşı, varsa diğer sağlık problemleri, teşhis edilen kanserin evresi ve yayılım durumu göz önünde bulundurulmalıdır. Aksi takdirde, ortaya çıkan çeşitli olumsuzluklar hem hasta hem de doktoru sıkıntıya sokacaktır. Doğru bir tedavi planı, kanser hastalarının yaşayabileceği birtakım problemleri engelleyerek yaşam kalitesini arttırabilir. Bu sebeple hem hasta hem de onkoloji camiasında farkındalık yaratmak adına, klinik araştırmalarla desteklenmeyen testlerin ve/veya yöntemlerin amacı dışında kullanımının mümkün olduğu kadar azaltılması hedeflenmiştir. Amerikan İç hastalıkları Vakfı’nın başlattığı “Akıllıca Seçimler” kampanyasının bir parçası olarak Amerikan Tıbbi Onkoloji Derneği (ASCO) tarafından ikinci kez oluşturulan “Top 5” listesi, Tıbbi Onkoloji Dergisi’nde yayınlanmıştır. Bu listenin amacı; kanser hastasına fazla fayda sağlamayan, hatta zararlı olabilecek tıbbi testlerin ve/veya yöntemlerin sık veya amacı dışında kullanımını önleyerek kanser tedavisinde kalitenin artmasını sağlamaktır.

ASCO’nun hazırladığı Top 5 listesi, kanser hastalığında çok da fayda sağlamayan ama sık kullanılan testleri, tedavileri veya ilaçları göstermek, önerilerde bulunmak ve toplumda farkındalığı arttırmak için kamuoyunun dikkatine sunulmuştur. ASCO’nun “Kanser Tedavisi Değerlendirme Ekibi” tarafından geliştirilen bu listedeki her bir öneri, güncel tıbbi kanıtların geniş kapsamlı özetine dayanmaktadır.

  1. Hastalara, mide bulantısı veya kusma riski çok olmayan kemoterapi rejimleri verilirken, kusma ve mide bulantısı riski yüksek rejimler için kullanılan antiemetik (kusmayı önleyen) ilaçlar önerilmemelidir.
    Mide bulantısı ve kusma, kemoterapi tedavisinin en sık rastlanan yan etkileri arasında yer alır. Tüm vücudu etkileyen (sistemik) kemoterapi tedavisinde, kemoterapiye bağlı oluşabilecek mide bulantısı ve kusma riskini azaltacak bazı ajanlar vardır. Ayrıca bazı kemoterapi ilaçları diğerlerine göre çok daha fazla bulantı-kusmaya neden olur, bunlara emetojenik kemoterapi ilaçları denilir. ASCO, kemoterapi ilaçlarının emetojenik sınıflandırmasını tekrar yapmış, hangi tedavilerde daha güçlü anti-emetik (bulantı-kusma önleyici) ilaç kullanılması gerektiğini belirlemiştir.
    Antiemetik ilaçlar, mide bulantısı ve kusmayı azaltmak ve kemoterapi alırken kanser hastasının yaşam kalitesini arttırmak için kullanılmaktadır. Ancak, her hastanın bu ilaçlara ihtiyacı olmayabilir. Kanser hastasına ekonomik külfet getirebilen bu ilaçlar, kendilerine ait yan etkilere sahiptir. Bu sebeplerle ASCO, ciddi ve devam eden yan etkilere neden olabilen bu tür ilaçların, gerekli görüldüğünde kemoterapi ile birlikte kullanılması gerektiğini tavsiye etmektedir. Böylece, hastada ilave bir fiziksel rahatsızlık meydana gelmeyecek, ekonomik açıdan da külfet teşkil etmeyecektir.
  2. Hastada yoğun belirtiler görülmediği ve bu belirtilerin hafifletilmesi gerekmediği sürece, metastatik meme kanseri hastalarda tek ilaçlı kemoterapi yerine kombine kemoterapi (çoklu ilaç) uygulanmamalıdır.
    Birden çok ilaçtan oluşan kemoterapi kombinasyonu, kanser hastasına faydalı olsa da, ciddi yan etkilere yol açabilir ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyebilir. Bunun yanında, birer birer uygulanan ilaç tedavileri olası yan etki riskini azaltır, hastanın yaşam kalitesini arttırır ve her bir ilaçtan maksimum fayda görülmesi sağlanır.
    Yaşamsal risk taşıyan agresif veya tekrarlayan meme kanseri için uygulanan sitotoksik kemoterapi tedavisi, onkologların çoğu zaman başarı elde ettiği yöntemlerden biridir. Kemoterapi sonrası, meme kanseri hastalarda genellikle hastalığın gerilediği görülür. Belirtilerin giderilmesi veya azaltılması için kullanılan palyasyon tedavi ile birlikte kemoterapi, kanserin hastalık ilerlemeden yaşam süresini uzatabilir. Ancak, metastatik meme kanseri günümüzde uygulanan yöntemlerle, tedavisi imkansız hastalıklar arasında yer almaktadır. Bu nedenle, metastatik meme kanseri kadın hastaların tedavisinde, elde edilen olumlu ve olumsuz sonuçlar ve tedaviye bağlı yan etkiler dengelenmelidir.
    İleri evre veya metastatik kanser olan hastalarda, iki veya daha fazla sitotoksik ilaç kombinasyonu, tümörün gelişimini yavaşlatabilir ve tek ilaç tedavisine kıyasla hastalığın ilerlemesini daha fazla geciktirir, ancak toksisiteyi (kimyasal veya fiziksel bir etkenin neden olduğu biyolojik zarar) arttırır. Ciddi yan etkilere yol açabilen ve yaşam süresini uzatmadığı belirlenen kombine tedavi uygulamasının hastaya bir katkı sağlamayacağı görülmüştür.
    Bu sebeple ASCO, gerekmediği sürece metastatik meme kanseri hastalarda genel yaşam süresi üzerinde bir etkisi olmayan ve yan etkilere yol açan kombine kemoterapinin uygulanmamasını, onun yerine hastanın yaşam kalitesini yükselten tek ilaç rejiminin tercih edilmesini tavsiye etmektedir.
  3. Birinci basamak tedavisi tamamlanmış ve sonrasında herhangi bir kanser belirtisi göstermeyen hastalarda, kanserin tekrarlama durumunu görüntülemek için kullanılan pozitron emisyon tomografi (PET), BT ve radyonüklit kemik tarama gibi ileri görüntüleme teknolojileri gerekmedikçe uygulanmamalıdır. Pozitron emisyon tomografi (PET) ve PET-BT (bilgisayarlı tomografi), en iyi tedavi planının yapılması için kanseri teşhis eden, kanserin evresini ve tedavinin seyrini görüntüleyen yöntemlerdir. Kanserin tekrarlama durumunu görüntülemek için kullanılan bu testler, hastalığın seyrini ve sonucunu etkilemediği için bu amaçla kullanımı önerilmemektedir. Yanlış pozitif testler, hastada gereksiz ve agresif yöntemlerin kullanılmasına, gerektiğinden fazla tedavi uygulanmasına ve hastanın ilave radyasyona maruz kalmasına yol açabilir. Bu sebeple, rutin PET veya PET-BT görüntüleme tekniklerinin hastada fayda sağladığına dair sağlam kanıtlar olmadığı sürece, bu tarama testleri kullanılmamalıdır.
    Son yıllarda, tedavi tamamlandıktan sonra gözlem amacıyla hastalık belirtisi göstermeyen hastalara gereksiz yere PET-BT uygulama potansiyeli gözlenmiştir. Bu sebeple, Ulusal Onkoloji PET Dairesi tarafından alınan son karar, kanserin evrelenmesi ve sonrasında kontrol edilmesi dışında PET ve BT uygulamalarının rutin gözlem için uygun bir tarama testi olmadığı yönündedir.
    Elde edilen kanıtlar, ilk basamak kanser tedavisini tamamlamış, hastalık belirtisi göstermeyen hastalarda kanserin tekrarlama durumunu görüntülemek için kullanılan PET veya PET-BT tetkiklerinin, yaşam süresine veya hastalığın sonucuna olumlu bir katkı sağlamadığını göstermiştir. Bu yöntemler, hastanın gereksiz yere ek bir tedaviye veya ilave bir radyasyona maruz kalmasına neden olan hatalı pozitif sonuçlar verebilir.
  4. Çeşitli sağlık problemleri nedeniyle 10 yıldan az yaşayacağı düşünülen ve hastalık belirtisi göstermeyen erkeklere, prostat kanserini belirlemede kullanılan prostat-spesifik antijen (PSA) testi uygulanmamalıdır.
    Birçok doktor, prostat kanserini erken teşhis etmek ümidiyle kandaki prostat spesifik antijen (PSA) seviyesinin prostat kanseri ile ilişkili olduğunu düşünerek, hastalık belirtisi göstermeyen erkeklere sık sık PSA testi önermektedir. Ancak ne yazık ki, PSA testi birçok kişinin umut ettiği gibi faydalı değildir. Prostat kanseri olan birçok erkekte, PSA seviyesi yüksek değildir. Ayrıca, kanser dışında benign (iyi huylu) prostat hiperplazi gibi başka sağlık problemlerinden dolayı da PSA seviyesi artabilir. Bunun yanında, PSA testinin prostat kanserinin erken teşhisinde pek de etkili olmaması, yaşam süresini uzattığına dair bir kanıta rastlanmamasının bir nedeni olarak gösterilebilir.
    PSA, benign veya malign prostatik bozuklukla bağlantılı bir proteindir ve genellikle prostatta oluşan anormalliklerin varlığı ile ilişkilidir. PSA aynı zamanda malign prostat dokular tarafından üretilir ve çoğunlukla tümörün gelişmesi ve hastalığın ilerlemesiyle bağlantılıdır.
    Tüm bunlara rağmen PSA değeri, bu zamana kadar prostat kanserinin erken teşhisinde ve tedavisinde belirleyici rol oynamıştır. Hatta PSA testi, birçok kanser türünün erken teşhisinde, tarama testlerinin önemli rol oynamasının başlıca sebebidir. Ancak, prostat kanseri karma grup bir hastalıktır ve alt türleri daha yaşlıca olan erkeklerde yaşamı tehdit etmeden yıllarca var olabilir. Elde edilen bazı araştırma sonuçları, tarama testlerinin genel yaşam süresine katkı sağladığını tespit etmiş olsa da hastalık belirtisi göstermeyen erkeklerde PSA testi uygulamasının fayda sağlamadığı, hatta yaşı ilerlemiş olan erkeklerde zararlı olabileceği yönündedir.
    Sonuç olarak; kronik hastalıklar veya birtakım sağlık problemleri nedeniyle 10 yıldan az yaşaması beklenen erkeklerde uygulanan prostat-spesifik antijen (PSA) testinin bir fayda sağlamadığı görülmüştür. Bu test, zaman zaman hastaya gereksiz yere biyopsi veya tedavi uygulanmasına yol açabilir.
  5. Hedefe yönelik tedaviye cevap veren belli başlı biyobelirteçleri olan tümör hücreleri tespit edilmeden, sadece genetik anormallikler nedeniyle hedefe yönelik tedavi uygulanmamalıdır.
    Kemoterapinin aksine, hedefe yönelik tedavi kanseri oluşturan gen ürünlerini (kanser hücrelerini geliştiren ve yayan proteinler vs.) hedef alabildiği için kanser hastalarında fayda sağlayabilmektedir. Hedefe yönelik tedaviden en çok fayda sağlayan hastaların tümör hücrelerinde, belli gen değişikliklerini gösteren ve hedefe yönelik ilaca duyarlı bazı biyobelirteçler vardır. Hedefe yönelik tedavi daha yeni, üretimi daha pahalı ve patent koruması altında olduğu için kemoterapiye kıyasla daha masraflıdır. Tüm kanser tedavilerinde olduğu gibi, hastaya uygulanmasını destekleyecek herhangi bir kanıt olmadan hedefe yönelik tedavi yönteminin uygulanması, bazı riskleri de beraberinde getirebilir. Hasta ciddi yan etkilerle karşılaşabilir veya diğer tedavi seçenekleri ile kıyaslandığında tedavinin etkisi fazla olmayabilir.
    Bu sebeple, hedefe yönelik tedavi çoğunlukla belli başlı biyobelirteçleri olan tümör hücreleri tespit edilmiş hastalarda fayda sağlamaktadır ve sadece hedefi belirlenmiş tedavi planı olan kanser hastalarına uygulanmalıdır.

Kanser tedavisinde yaşanan gelişmeler artık hastaya ne tür bir tedavinin daha çok fayda sağlayacağını ne tür bir yöntemin zararlı olabileceğini gösterecek boyuta gelmiştir. Öyle ki, çözüm olabilecek tedavi yöntemleri önceden belirlenebilmekte ve ona göre bir plan oluşturulmaktadır. Bu sayede, kanser tedavisi sırasında ve sonrasında hastanın karşılaşabileceği sorunlar, çoğu zaman bertaraf edilebilmektedir. Bu sevindirici ve umut veren ilerlemeler, biz onkologlara yol gösterici olmaya devam edecek, hastalarımızın yaşadıkları bu zorlu süreci daha kolay atlatmalarını sağlayacaktır.