Bireye özgü tedavi veya farklı bir deyişle hedefe yönelik tedavide nereye kadar gidilmeli? Nerede durulmalı? Lancet Onkoloji Dergisi’nde yayımlanan SHIVA adlı çok önemli bir çalışma bu sorularımızın cevabı oldu. Yine bu çalışma, geçtiğimiz ay Viyana’da yapılan 2015 ECC Kongresi’nde sunuldu ve hepimizin dikkatini çekti.

Bilindiği üzere birçok tümör tipinde hedefe yönelik tedaviler kullanılmaktadır. Özellikle, ileri evre bir kanseri tedavi ederken verdiğimiz tedavilerin sonrasında tümörün değiştiğini hepimiz biliriz. Her değişen tedavi aslında tümöre farklı bir biyoloji, farklı bir özellik katar. Belli bir dönemden sonra hastanın genel durumu ve kondüsyonu yolundadır. Tedavi beklentisi vardır, ama elinizdeki tedavi seçenekleri tamamlanmıştır. Burada önümüze iki yol çıkar: Ya yeni bir arayış içine girerek özellikle moleküler patolojiyi kullanıp bireye özgü tümörde tanımlanmamış ilaçları kullanabilir miyim diye koşulları zorlayabiliriz. Ya da en iyi destek tedavi dediğimiz birtakım rahatlatıcı tedavi yaklaşımlarıyla hastanın kalan yaşantısını sürdürmesini sağlayabiliriz.

İşte tam bu noktada son yıllarda hedeflenmiş tedavilerin çok popüler olmasıyla birlikte, bir kanser türünde etkinliği görülmüş hedeflenmiş yolun aynı şekilde başka bir kanser türünün tedavisinde de işe yarar mı mantığı ön plana çıkmıştır. Belli bir kanser türünde planlanmış tedaviler tamamlandıktan sonra, kansere yol açtığı bilinen hücresel mekanizmaların hepsinin saptanması ve elimizde bulunan hedeflenmiş ilaçlardan uyan biri varsa bunun kullanılması son derece akla uygun gelmektedir. Ancak ne var ki, bilimde her zaman aklınıza gelen ve mantıklı görünen şey tutmayabilir. Yapılan bu araştırma negatif bir çalışma olmasıyla birlikte bize çok önemli bir mesaj vermiştir.

Çalışmada 2012-2014 yılları arası 741 hasta elde mevcut olan 10 tane hedeflenmiş ilaca karşı taramaya alınmıştır. Tümör özelliğinden ve kaynakladığı organdan bağımsız olarak, onu aktive eden yollar yani hedeflenmiş tedaviye uygun yollar incelenmiştir. 741 hasta içinde 195’inde, kendine özgü hedeflenmiş yol dışında başka kanserlere özgü hedeflenmiş tedaviye uygun yollar saptanmıştır. Bu hastalar bir grupta 99, diğer grupta 96 hasta olacak şekilde iki gruba ayrılmıştır. Bir grup hedeflenmiş yolla tedavi edilirken, diğer grup iki kola ayrılarak hekimin kendi tercihine uyan tekli, ikili klasik kemoterapiyle tedavi edilmiş veya hiçbir tedavi vermeden takip edilmiştir.

Tabii ki böyle bir çalışma, bireye özgü tedavilerdeki bunca gelişme ve bu kadar popülerlikle, hedeflenmiş tedavi kolunun çok başarılı olacağını düşündürür. Dünyada da defalarca kullanılan ve bu alanda milyonlarca dolar harcanan hedeflenmiş tedavileri birçok hasta cebinden ödemektedir. Ne var ki çalışmanın sonucuna baktığımızda, iki grup arasında anlamlı bir sonuç çıkmadığı görülmüştür. Bu da oldukça hayal kırıklığı yaratmıştır. Bir başka deyişle bu çalışma, bize bir kanser türünde geliştirilmiş hedeflenmiş ilacı bir başka kanser türünün tedavisinde hedefe yönelik kullanabileceğimizi görsek bile, uygulamada belirgin bir sonuç almayabileceğimizi göstermiştir. Dolayısıyla bu çalışma, onkolojinin ve bilimin aslında çok kolay olmadığını, pratik bir takım matematiksel çözümlerle ya da masa başı önerileri ile bilimin çözülemeyeceğini gösteren önemli bir çalışmadır denilebilir.

Ancak bu durum bizde tamamen hayal kırıklığı yaratmamalıdır. Sonuçta bu çalışma klinik araştırmaların önemini vurgulamıştır. Elde edilen böylesine sonuçlar kesinlikle klinik araştırmaların önünü açmalıdır. Tedavi şansı tamamlanmış hastalar, mutlaka bir klinik araştırma protokolü dahilinde hedefe yönelik tedavileri almalıdır. Bu sayede, tedavilerin bilimsel olarak kar ve zararı saptanarak gelecek için fayda sağlanabilir. Bir diğer önemli nokta ise, bu çalışma bilimsel olarak kanıtlanmamış ilaçların, sadece mantığımıza uygun geldiği için kullanılmasının doğru olmadığının göstergesidir.