
En İyi 10 Klinik Çalışma – 2021
Klinik çalışmalar, en kısa tanımı ile insanlar üzerinde yapılan tıbbi deneylerdir. Klinik çalışmalar ilk aşamada az sayıda (10-50 kişi) katılımcı ile başlar ve denenen yöntemin güvenliği test edilir. İkinci ve üçüncü aşamada ise 100’den 1000’e varan sayıdaki katılımcı ile tedavinin etkinliği değerlendirilir. Şu an onaylı bir şekilde kullanımda olan tedaviler, klinik çalışmaların ürünüdür. Ayrıca klinik çalışmalardan önce, araştırmacılar denenen yöntemi/ilacı, laboratuvarda ve hayvanlarda uzun yıllar test etmektedir.
NOT: Klinik "çalışma" yerine kimi zaman klinik "araştırma" veya klinik "deney" terimi de kullanılmaktadır.
Aşağıda, 2021 yılında yayımlanan ve klinik pratiği değiştirme gücüne sahip en iyi 10 klinik çalışmayı özetledik:
10 Numara: Borderline Kişilik Bozukluğu
Omega-3 yağ asitlerinin umut verici bir ek terapi olabileceğini gösteren bir çalışma, borderline (sınırda) kişilik bozukluğunun en popüler klinik konulardan biri haline gelmesinde rol oynadı. Bu yaz (2022) yayımlanan ve toplamda 137 hastayı içeren 4 farklı randomize kontrollü çalışmanın değerlendirildiği bir çalışmada, ek olarak kullanılan omega-3 doymamış yağ asitlerinin borderline kişilik bozukluğunun temel belirtilerinin azaltılmasında faydalı olduğu sonucuna varıldı. Omega-3 yağ asitleri, çalışmalardan birinde tekli tedavi olarak kullanılırken, diğer çalışmalarda antidepresanlar, benzodiazepinler ve/veya valporik asit gibi ajanlara ek tedavi olarak kullanıldı. 4 çalışmada da hiçbir hasta, antipsikotik bir ilaç kullanmıyordu. Omega-3 yağ asitleri, bitkiden ziyade deniz ürünleri kaynaklıydı.
9 Numara: D Vitamini
Kolorektal kanser ve tüm nedenlere bağlı yaşam kayıpları üzerine yapılan araştırmalar da trend klinik konular arasında yer alıyor. Gözlemsel bir çalışma, yüksek seviyede D vitamini tüketen kadınların – özellikle de besin kaynaklı – erken başlangıçlı kolorektal kanser geliştirme konusunda daha az riske sahip olduğunu buldu (burada dikkat edilmesi gereken D vitaminini besinlerden alınması, takviye yoluyla değil; bakınız D vitamini ve Omega-3 takviyesi konularında gelinen son nokta!).
Çalışma, 1991 ve 2015 yılları arasında takip edilen (25-42 yaşlarında) 94.205 kadın içeriyordu. En yüksek ortalama toplam D vitamini (günde 450 IU) tüketen kadınlar, günde 300 IU tüketen kadınlara kıyasla oldukça açık bir şekilde azalan risk gösterdi. D vitamini ile kolorektal kanser arasındaki ilişki, yıllar boyunca belgelenmiştir, ayrıca güncel olarak da 10 tamamlanmış veya devam eden klinik çalışmanın konusu olmuştur. Ancak birkaç çalışma yalnızca D vitamini ve erken başlangıçlı kolorektal kanser arasındaki ilişkiye odaklanmıştır.
Ciddi derecede D vitamini eksikliği, zayıf kemik ve kas sağlığı, kalsiyum emilimi, bağışıklık ile ve ayrıca kolon, kan ve mesane kanserleri kadar kalp fonksiyonları ile de bağlantılıdır. Bu, D vitaminin düşük konsantrasyonlarının tüm nedenlere bağlı yaşam kaybındaki artış ile ilişkili olduğunu bulan, ileri yönelik, erkek katılımcılarla yapılan bir çalışma ile de uyumludur. Araştırma, serbest 25-hidroksivitamin D’nin değerlendirilmesinin D vitaminin dolaşımdaki büyük bir formu olan toplam 25(OH)D’nin mevcut standardına çok az fayda sağladığı sonucuna varmıştır, çünkü her birindeki eksiklikler benzer bir risk ile ilişkilidir.
Çalışmada yer alan erkekler, 40 ila 79 yaşları arasındaydı ve ortalama takip süresi 12,3 yıldı. Bu zaman zarfında, çalışmada yer alanların neredeyse çeyreği (%23,5) yaşamını yitirdi. Vücut kitle indeksi, sigara içme, alkol tüketimi, böbrek fonksiyonu, temel düzeydeki ek hastalıkları sayısı ve diğer faktörleri içeren karışıklığa neden olan temel etkenlerin ayarlanmasından sonra, toplam 25(OH)D düzeyi 20 ug/L’den az olan erkekler, 30 ug/L’den yüksek olarak tanımlanan normal D vitamin seviyesine sahip kişilere kıyasla yaşam kaybı açısından önemli ölçüde artan riske sahipti.
8 Numara: Semaglutid
Obezitenin tıbbi yönetimi için ezber bozan olarak nitelendirilen bir ilaç hakkındaki haberlerde trend klinik konular arasında yer aldı. Haziran ayında ABD Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), kilo kaybı için glukagon benzeri peptid-1 (GLP-1) reseptör agonisti semaglutidi (Wegow) deri altından haftada 2,4 mg uygulama dozunu onayladı. Özellikle ilaç formu ve dozu, obeziteli yetişkinlerde (vücut kitle indeksi 30’dan büyük bireyler) veya en az bir tane kiloya bağlı komorbiditesi olan aşırı kilolularda (≥ 27 kg/m²) yaşam tarzı değişikliklerine ek olarak onaylandı.
Faz-I çalışmasında, araştırılan ajan cagrilintide ile semaglutidin kullanımının tek başına semaglutidden daha büyük bir kilo kaybı ile sonuçlandığı bulundu ve iyi tolere ediliyordu. Araştırma, Lone Enebo tarafından 28. Avrupa Obezite Kongresi’nde (ECO 2021) sunuldu ve eş zamanlı olarak The Lancet dergisinde yayımlandı.
Sara Becerril ve Gema Frühbeck’in konu üzerine yorumları şu şekildeydi:
“Fazla kilo ve obezite için onaylanmış farmakolojik tedavi seçenekleri azdır ve sürdürülebilir uzun vadeli sonuçlar elde etmek için yaşam tarzı davranış değişiklikleri ile bariatrik cerrahi arasındaki etkinlik üzerine olan boşluğu tatmin edici bir şekilde dolduramamaktadır. Çalışma, güvenlik için tasarlandığından dolayı kilo kaybı sonuçlarının dikkatle analiz edilmesi gerekmektedir. Kilo kaybı sağlamak için herhangi bir yaşam tarzı müdahalesi reçete edilmez… Dahası, protokol en yüksek cagrilintid dozunu içerecek şekilde değiştirilmiştir, ki bu da veri odaklı olabilir.”
Semaglutid için tüm bulgular pozitif değildi. Bir çalışmada da “twincretin”nin yeni bir ajanı olan tirzepatidnin tip 2 diyabet hastalarında 1-mg semaglutid tedavisinden üstün olduğu bulundu. SURPASS-2 çalışmasında, haftada bir kez deri altından enjeksiyonla uygulanan 3 farklı tirzepatid dozu, deri altından semaglutid dozu ile 1879 hasta karşılaştırıldı. Haftada 3 farklı tirzepatid dozdan – 5 mg , 10 mg veya 15 mg – her birini alan hastalar, semaglutide kıyasla önemli ölçüde daha üstün olacak şekilde HbA1c’de doza bağlı azalmalar göstermiştir. Kilo kaybı, önemli ikincil son noktaydı; tirzepatidin üç dozunun her biri, semaglutidin sağladığının ötesinde, önemli kilo kayıpları sağladı. Özetle, obezite tedavisinde günlük/haftalık iğneler gelecekte önemli bir rolü üstenecek gözükmektedir.
7 Numara: CYBE Önerileri
2015 yılından bu yana ilk kez, ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (US-CDC), cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların (CYBE) taranması, test edilmesi ve tedavisine yönelik kılavuzunu güncelledi. Güncellenen kılavuz, kapsamlı öneriler ve çok sayıda değişiklikler içeriyordu.
Kılavuzlar, güncel tedavi yaklaşımlarına ek olarak, klamidya ve gonore tanısı için kullanılan rektal ve oral testler, genital herpes simpleks virüsünün tanısı için iki aşamalı testler ve gebelikte sifiliz testi için genişletilmiş risk faktörleri hakkında bilgi içermektedir. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre, dünya çapında her gün 1 milyondan fazla CYBE ediniliyor. ABD’de yıllık vakalar art arda 6 yıl boyunca artış gösterdi. Nisan ayında yayınlanan bir CDC raporu, 2015'ten 2019 yılına kadar %74 artışla 129.813 sifiliz vakası, %279 artışla yaklaşık 2000 konjenital sifiliz vakası bildirildi ve 128 bebek yaşamını yitirdi. Raporda ayrıca 2019'da 1,8 milyon klamidya vakası, 4 yılda %19'luk bir sıçrama ve bu süre zarfında gonore vakalarında %56'lık bir artışla toplam 616.392 vaka bildirildi. Uzmanlar, bu yeni kılavuzların, CYBE dalgasının etkisini azaltmaya ve gelgitlerini durdurmaya yardımcı olacağını umuyor.
6 Numara: Obezite ve Covid
SARS-CoV-2 virüsünün yol açtığı Covid-19 enfeksiyonu ile hastaneye yatırılan yaklaşık 150.000 yetişkin hasta üzerinde yapılan bir çalışmada, vücut kitle indeksi (VKİ) fazla kişilerin daha şiddetli hastalık riskinin önemli ölçüde arttığı gösterildi. Çalışmaya katılan hastaların yarısından fazlası (%50,8) obezdi. Olumsuz sonuçlar açısından en düşük risk, sağlıklı bir kiloya (VKİ 23,7 ile 25,9 kg/m² arası) sahip bireylerde bulundu. VKİ’si 40 – 44,9 arasındaki bireylerin yoğun bakım ünitelerine kaldırılma riski %6 iken 45 ve üzeri olanlarda bu oran daha da yüksekti (%16).
Uzmanlar, verilerin, obezite ile doz yanıt ilişkisi gösterdiğini söylüyor. Örneğin, VKİ’si 30 – 34.9 olan yetişkinler için hastaneye kaldırılma riski %7 iken bu oran, VKİ’si en az 45 olanlarda %33’e kadar yükseliyordu. İlgi çekici bir şekilde düşük kilolu olmak da hastaneye yatış riskini artırıyordu. VKİ’si 18,5’un altında olan Covid-19 hastalarının, sağlıklı VKİ aralığındaki Covid-19 hastalarına kıyasla hastaneye kaldırılma riski %20 daha yüksekti. Endişe verici bir bulgu da VKİ’si 30 – 34.9 olanlarda yaşam kaybetme riski %8 iken, VKİ’si 45 veya üstü olan kişilerde bu riskin %61’e yükselmesiydi.
5 Numara: Kahve
Kalp-damar hastalıkları olan bireyler arasında kahve tüketimi üzerine yapılan bir araştırma da kahveyi trend araştırma konulardan biri yaptı.
Büyük bir epidemiyolojik veri tabanı kullanan araştırmacılar, kahve içme alışkanlığının büyük ölçüde kardiyovasküler sağlık tarafından yönlendirildiğini belirlediler. Çalışma, nedensel bir ilişki için kanıt sağlamak adına daha yüksek kan basıncı (tansiyon) ve kalp atış hızını yansıtan değişkenler gibi genetik bilgilere izin veren Mendelian Randomizasyonu adı verilen bir strateji kullandı. Araştırmacılara göre, “kardiyovasküler belirtileri olan katılımcıların daha az kafeinli kahve içme olasılıkları ve alışkanlık edinmeme veya kafeinsiz kahve içen kişi olma olasılığı, ilgili belirtileri bildirmeyenlere kıyasla daha yüksekti.”
Bulgular, insan vücudunun davranışları fark edilmeden gidebilecek şekillerde düzenlediğini gösteriyor. Araştırmacılar, çalışmanın ayrıca diğer gözlemsel çalışmaların, kahve tüketimiyle bağlantılı sağlıklı faydaları konusunda nasıl yanlış bir izlenim yaratabileceğini de gösterdiğini söylüyor. Aslında, belirli koşullara sahip olanlar doğal olarak kafeinli kahveden kaçınıyor gibi göründüğü için, kahve içmeyi alışkanlık yapanlar üzerine yapılan araştırmalar, bu koşullara sahip daha az insanı içerecek ve potansiyel olarak yanıltıcı bir sağlık ilişkisine neden olacaktır. Özetle bu çalışmadan “kahve içenler daha az kalp-damar hastalığına yakalanır” sonucu çıkarılamaz, “kalp-damar hastalığına sahip kişiler, kahveden uzak durma eğilimindedir” şeklinde bir sonuç çıkarılabilir.
İlgili konu: Kahvenin sağlığa etkileri – Her yönüyle ve özetle
Numara 4: Stres Bağlı Hasar
Uzun süredir devam eden bir teorinin bilimsel olarak doğrulanması ve Alzheimer hastalığı ile bir ilişkisi olduğuna yönelik yeni araştırmalar, stresin ön plana çıkmasına yardımcı oldu.
Gri saç rengi genellikle şaka yolu ile "strese" bağlansa da şimdiye kadar kişisel baskı ve pigment değişiklikleri ile stres arasındaki bağlantıyı kanıtlamak zordu. Araştırmacılar, yaşadıkları haftalık stres seviyelerini belgelemek için günlük tutan gönüllülerden alınan tek bir saç telindeki renk kaybını ölçtü. Ekip, yüksek çözünürlüklü tarayıcılar kullanarak, 1 saatlik büyümeyi temsil edecek kadar küçük saç parçalarının görüntülerini yakaladı. Saç rengi değiştiğinde ekip, 300 proteinde farklılıklar gördü. Bu da zaman içinde saça ne olabileceğini tahmin etmek için matematiksel bir model geliştirmelerine ve bu değişikliklerin geri döndürülebilir olduğu bir noktayı belirlemelerine izin verdi.
İnsan ve hayvan epidemiyolojik çalışmalarının ayrı bir incelemesi, genetik faktörlerle birlikte uzun süreli stresin Alzheimer hastalığının gelişimine katkıda bulunabileceğini buldu. Stres, yanıt olarak bedensel kortizol seviyelerini düzenleyen hipotalamik-hipofiz-adrenal (HPA) eksenini harekete geçirir. Araştırmacılar, Alzheimer hastalığı olan hastalarda artan kortizol seviyelerinin sıklıkla gözlemlendiğini ve "hastalık sürecine büyük katkı sağladığını" söyledi. Araştırmacılar tarafından Alzheimer hastalığında stresin rolünden sorumlu moleküler mekanizmaları ve genetik değişikliklerin nörodejenerasyonu nasıl etkilediğine dair daha fazla araştırma yapılması planlanıyor.
Sonuç olarak, stresin hastalığın gelişimine nasıl katkıda bulunduğunu anlamak, moleküler tedavi hedeflerinin belirlenmesine yol açabilir. Tükenmişliğe yol açan stres, pandemi başlamadan çok önce doktorlar için bir sorundu. Uzmanlar, doktorların kişisel bakım ve zindeliği ileriye dönük rutinlerine dahil etme ihtiyacını vurgulamaya devam ediyor. Ayrıca sağlık uzmanlarında ruh sağlığını korumanın önemi her zamankinden daha belirgindir.
3 Numara: Alkol
Alkol tüketiminin arttığı son zamanlarda, alkol tüketiminin sağlık üzerindeki etkileri üzerine yapılan yeni araştırmalar da en çok ilgi görenler arasındaydı.
Alkol ve beyin sağlığı üzerine şimdiye kadar yapılmış en büyük çalışmalardan biri, herhangi bir miktarda alkol tüketmenin daha kötü beyin sağlığı ile ilişkili olduğunu bulmuştur. Henüz benzer konular ile ilgilenenler tarafından incelenmemiş olan çalışmaya, 691 hiç içmeyen, 617 eski içici ve 24.069 mevcut içici olan 25.000'den fazla yetişkin dahil edildi. Bilinen tüm olası değişkenler ayarlandıktan sonra, haftada tüketilen daha yüksek miktarda alkol, neredeyse tüm beyin bölgelerinde daha az gri madde ile ilişkilendirildi. Alkol tüketimi ile değerlendirilen bütün beyaz cevher yapısı ölçümleri arasında da yaygın negatif ilişkiler bulundu. Sonuçların yorumlanmasıyla ilgili olarak uzmanlar, beyin hacmindeki küçük azalmaların ne ölçüde zararlı olduğunun belirsizliğini koruduğuna dikkat çekiyor.
Kalp sağlığıyla ilgili haberlerde, bir tane alkollü içecek bile birkaç saat içinde bir atriyal fibrilasyon (AF) atağının ortaya çıkma olasılığını artırdığı bulundu; ne kadar çok alkol tüketilirse risk o kadar yüksek olur. Çalışma, herhangi bir alkollü içeceğin tüketilmesinin, sonraki 4 saat içinde iki kattan fazla bir AF olayı olasılığı ile ilişkili olduğunu ve iki veya daha fazla alkollü içecek içmenin üç kattan daha yüksek bir risk ile bağlantılı olduğunu gösterdi. En yüksek risk ise içtikten sonraki ilk 3-4 saat içinde görülse de etkileri yaklaşık 9 saate sürmüştür.
Aynı araştırmacılar tarafından yapılan başka bir çalışma ise biraz daha biyolojik olarak akla yatkınlık sağlıyor. Alkol içen AF'li hastaların pulmoner ven atriyal etkin refrakter periyodunda önemli bir azalma olduğunu ve bunun muhtemelen atriyumlarını fibrilata daha yatkın hale getireceğini göstermiştir. Çalışmalar ayrıca, AF'si olan içicilere alkolden uzak durmalarını tavsiye etmenin daha az AF atağı ile sonuçlandığını göstermiştir.
2 Numara: Tek Doz Aşı
En popüler klinik trendin ikincisi de Mart ayının başından itibaren dünya çapında aşılama çabaları hızlandıkça, tek doz uygulamalara ilginin artması ile tek doz Pfizer/BioNTech aşısının etkinliği hakkında FDA'ya sunulan verilerin ve tek bir Moderna aşı dozuna ilişkin önceki bulguların büyük ilgi görmesiydi. The New England Journal of Medicine'de yayınlanan Pfizer aşısı ile ilgili bir yazıda şunlar belirtildi: "Tavsiye edildiği gibi, birinci dozdan sonraki 1 ay içinde ikinci bir dozun uygulanması, kısa vadede çok az ekstra fayda sağlarken, bu sınırlı aşı stoğu ile ilk dozu alabilecek yüksek riskli kişiler tamamen korumasız bırakılır." The Lancet'te yayınlanan ve İsrail'den gelen verileri içeren yazıda, 9000'den fazla sağlık çalışanının analiz edildiği bir çalışma, tek doz Pfizer aşısının semptomatik Covid-19'a karşı %85 koruma ile ilişkili olduğunu gösterdi.
19 Şubat'taki Beyaz Saray basın toplantısında, Dr. Anthony Fauci, Amerika Birleşik Devletleri'nin hem Pfizer hem de Moderna aşıları için gerçekten iki dozluk bir stratejiye bağlı kalacağını duyurdu. "Ve nedeni, tek bir dozdan sonra açık bir koruma derecesi elde edebilmenize rağmen, kesinlikle dayanıklı olmamasıdır. Dayanıklılığın, takviye ile elde edeceğiniz dayanıklılık kadar olmadığını biliyoruz." Fauci ve diğer uzmanlar, klinik deneylerde test edilen rejimden ayrılmadan önce daha fazla veriye ihtiyaç olduğunu savunuyorlar.
Günümüzde ise, en azından ülkemiz için artık aşı stoğu sorunu bulunmamaktadır ve tüm yetişkinlere 4 doz mRNA aşısı önerilmektedir.
1 Numara: Kolon Kanseri
2021 Avrupa Tıbbi Onkoloji Derneği (ESMO) Dünya Gastrointestinal Kanser Kongresi’nde sunulan bulgular, antibiyotiklere maruz kalmanın kolon (rektum değil) kanseri gelişimi ile ilişkili olabileceğini göstermiştir. Bu da kolon kanserini, 2021 yılının en trend konusu haline getirmiştir.
Vaka kontrol çalışması, İskoçya’dan yaklaşık 8000 kolorektal kanser (KRK) vakası ve 30.000'den fazla sağlıklı kişi içeren kontrol grubu dahil olmak üzere birinci basamak sağlık hizmeti verileri kullandı. Herhangi bir antibiyotik kullanımı, 50 yaş ve üzerindeki hastalarda 1.09 (P=.029) ile karşılaştırıldığında, 50 yaşından küçük hastalarda 1.49'luk (P=.018) ayarlanmış kolon kanseri odss oranı ile ilişkilendirildi.
Çalışma için yorum yapan Dr. Alberto Sobrero, antibiyotiklerin nedensel bir faktör olduğu sonucuna varmak için henüz çok erken olduğunu belirterek şunları ekledi: "Antibiyotiklerin bağırsak florası üzerindeki olumsuz etkisini düşünmeden önce, mikrobiyomun bağırsak kanserindeki olası rolü hakkında daha fazla şey anlamamız gerekiyor." Bulguların bir hatırlatma olduğunu yineleyerek devam etti: "Gerçekten gerekli olmadıkça antibiyotik verilmemeli ve gereksiz antibiyotik kullanımının insanları kanser riskinde artışa maruz bırakma olasılığını aklımızdan çıkarmamalıyız."
Kolon ve rektum kanseri gelişiminde daha iyi bilinen bir risk faktörü olan yoğun kırmızı et ve düşük sebze tüketiminin önemi artık daha iyi anlaşılmaktadır. Yeni bir çalışma, artan riskle ilişkili mekanistik bağlantıyı potansiyel olarak tanımladı. Araştırmacılar, normal ve kanserli kolon dokusunda DNA hasarını gösteren bir alkilleyici mutasyon izi belirlediler. Bu mutasyon imzası, kolorektal kanser tanısından önce yüksek kırmızı et tüketimi ile önemli ölçüde ilişkiliydi, ancak bu durum artan kümes hayvanları veya balık tüketimi ile veya diğer yaşam tarzları ile ilişkili değildi. Ayrıca, en yüksek alkilleme hasarı seviyelerine sahip tümörleri olan hastaların, düşük seviyeleri olan hastalara göre kolorektal kansere bağlı yaşam kaybı riski %47 daha fazlaydı.
İlgili konu: Erken Başlangıçlı Kanser, Küresel Bir Salgın mı?
Syrek, R. Top 10 Clinical Studies of 2021. medscape.com 13 Dec 2021