Kadın memesi her zaman güzelliğin, doğurganlığın ve kadınlığın bir sembolü olmuştur. Hastalık olarak ise, antik çağlardan beri hekimlerin ilgisini çekmiş ve adeta hekimlere meydan okumuştur. Bu hastalığın tedavisinin temelini oluşturan cerrahi ise özellikle eski çağlarda, geriye kaçınılmaz olarak hoş olmayan bir görüntü bırakmakta idi. Meme kanserini tedavi etmeye dair öyküler karmaşık bir labirent gibidir. Çünkü günümüzde büyük oranda tedavi edilebilir bu hastalığın birçok çeşidi vardır ve bunları anlamak ancak büyük uğraşlar sonucu mümkün olmuştur.

Meme kanserlerinin bir kısmının kadınlık hormonu olarak bilinen östrojene duyarlı olmasının keşfi, meme kanserini anlama çabalarına güzel bir örnektir. Östrojen, yumurtalıklardan salgılanan temel bir hormondur ve normal meme dokusunun korunup büyümesi için önemlidir.

1920’li yıllarda çeşitli sebeplerle yumurtalıkları alınan kadınların bazılarında meme kanserinin gerilediği gözlenmişti. İşte bu gözlem, “Meme kanseri yakıtını yumurtalık kaynaklı östrojenden mi sağlıyor?” sorusunu akla getirdi.

1960’ların ortalarında genç kimyager Elwood Jensen, bu sorunun yanıtına yaklaşanlardan biri oldu. Hormonlar, Jensen’ın da bildiği üzere, hedef hücredeki bir reseptöre bağlanarak işlev görmekteydi; ancak östrojeni bağlayacak reseptör henüz belirlenmemişti. Jensen, 1968’de östrojen hormonunu radyoaktif olarak etiketlendi ve böylelikle bu reseptörü; yani östrojeni bağlayıp mesajını da hücreye ileten molekülü buldu.

Daha sonra Jensen, meme kanseri hücrelerinin bu reseptörü taşıyıp taşımadığını araştırdığında ise daha da şaşırdı; çünkü bu reseptör bazı meme kanseri hücrelerinde bulunurken bazılarında bulunmuyordu. Buna göre meme kanseri hücreleri iki türe ayrılabilirdi: reseptör sayısı fazla olanlar (hormon pozitif veya ER-pozitif) ve az olanlar (hormon negatif veya ER-negatif).

Bu keşfin üzerine östrojenin işlevini baskılayacak antiöstrojen bir ilaç arayışı başladı. Fakat, o dönemde henüz böyle bir ilaç bilinmiyordu. Arayışlarını menopozun tedavisine yönelik ilaçlar ve yeni doğum kontrol ilaçlarına yoğunlaştıran ilaç şirketleri (ki, bunlarda yapay östrojenlerden yararlanılıyordu), antiöstrojen geliştirme çalışmalarını çoktan bırakmıştı. Bugün klasik kemoterapi olarak adlandırılan, hücre öldürücü özelliğe sahip sitotoksik kemoterapi ilaçları, o yıllarda yeni geliştirilmeye başlanmıştı ve adeta kanser tedavisinin göz bebeği idiler. Bu nedenle kanser için hormon temelli tedaviler geliştirme düşüncesi pek ilgi çekmiyordu.

Bu nedenle, Imperial Kimya Endüstrileri’nin tamoksifen adı verilen bir kimyasal için 1962’de patent başvurusunda bulunması, kimsenin dikkatini çekmemişti. Başlangıçta doğum kontrol hapı olarak düşünülen tamoksifen, bir hormon biyoloğu olan Arthur Walpole ve yapay kimya uzmanı Dora Richardson liderliğindeki bir ekip tarafından geliştirilmişti. Fakat doğum kontrol ilaçlarının bir gereği olarak östrojen sinyalini açacağı yerde, birçok dokuda beklenmedik şekilde sinyali kapatmıştı. Bu haliyle bir östrojen karşıtı, yani “antagonist”iydi. Doğum kontrol ilacı olarak işe yaramıyordu belki, ama östrojene duyarlı meme kanserlerinde durum farklı olabilir miydi?

Bu fikri sınamak için, Walpole ve Richardson kendileri ile iş birliği yapacak bir klinisyen buldular: Manchester Christie hastanesi’nden meme kanserine özel ilgi duyan onkolog ve radyoterapist Mary Cole. Hastalarına son derece adanmış, girişken, cesur ve titiz bir doktor olarak tanınan Mary Cole, ilerlemiş ve yayılım yapmış meme kanserli hastalardan sorumlu idi. Bu kadınların hayatını kurtarmak için de her şeyi yapmaya, her şeyi denemeye hazırdı; işe yaramaz denilip bir kenara atılan bir doğum kontrol ilacını bile.

Cole’un deneyi 1969’da başladı ve meme kanserli 46 kadın, tamoksifen hapları ile tedavi edildi. Kısmi bir iyileşme dışında fazla bir beklentisi olmayan Cole, on hastanın ilaca hızlı ve bariz bir yanıt vermesi ile şaşırmıştı. Memedeki tümörler küçülmüş, akciğerdeki metastazlar gerilemiş, kemik ağrıları kaybolmuş ve lenf düğümleri yumuşamıştı.

İlaca yanıt veren hastaların önemli bir bölümünde Kanser bir süre sonra yeniden gösteriyordu kendini, ancak deneyin başarılı olduğu kesin, kanıtladığı ilke ise tarihseldi. Yayılım yapmış tümörleri bile başarıyla gerileten bu yeni hormon ilacı, deneme-yanılma yöntemi ile keşfedilen bir hücresel zehir (sitotoksik kemoterapi ilaçları gibi), kanser hücresindeki belirli bir işleyişi hedef alması gözetilerek tasarlanan bir ilaç olmuştu.

Daha sonraları 1973’te V. Craig Jordan adında bir biyokimyacı, hangi meme kanseri hücrelerinin östrojen reseptörü taşıdığını tespit için, meme kanser hücrelerini boyayabilen bir moleküler teknik kullandı. Östrojen reseptörüne sahip hücreler tamoksifeni bağlayabiliyor ve aslında bir östrojen karşıtı olan bu ilaç, hücrede östrojenin iş görmesini engelleyerek hücre büyüme ve çoğalmasını durduruyordu. İlaca duyarlı reseptörlerden yoksun olan ER-negatif hücreler ise tepkisizdi. Kanser tarihinde ilk kez bir ilaç, ilacın hedefi ve kanser hücresi, temel bir moleküler mantık sayesinde bir araya gelebilmişti. Bir başka deyişle tamoksifen, kanser tedavisi için geliştirilen hedefe yönelik ilk ilaçtır.

tamoksifen